HOŞ GELDİNİZ
MENÜ  
  Ana Sayfa
  facebook giris
  GAZETE MANŞETLERİ
  OYUNLAR
  TELEVİZYON İZLEYİN
  VEDEO İZLE
  üye girişi
  Galeri
  Haberler
  Forum
  Ziyaretçi defteri
  UYDU
  trggsitelerinde yardım
  ANLAMLI SÖZLER
  sondakika
  şiirler
  Anlamlı yazılar
  iletişim
  Link listesi
  Gazete
  Sayaç
Anlamlı yazılar
Bir Masal Gibi
 
 
Dondurucu soğukta bir an önce evime varabilmek için
hızla yürürken, ayağımın ucunda bir cüzdan gördüm..
Hemen aldım. Sahibini gösteren bir kimlik vardır diye
acele acele açtım.. İçinde üç dolar ve sararıp kat yerleri
yıpranmış eski bir zarftan başka birşey yoktu...

Sol üst köşede yalnızca gönderenin adresi, alıcı adresi
yerinde bir posta kutusu numarası vardı. Bir ipucu
bulabilmek belki biraz da merakımı giderebilmek için
zarfı açtım ve içindeki mektubu okumaya başladım.
Mektup, sol yanı çiçek resmiyle süslenmiş bir kağıda,
özenli bir el yazısıyla yazılmıştı ve "Sevgili Michael"
diye başlıyordu.. Ve "Annesi yasakladığı için
onu bir daha göremeyeceğini" anlatarak
devam ediyor.. "Ama sakın unutma, seni daima
seveceğim" diye bitiyor.. İmza.. Hannah!..

Elimde yalnızca, mektubu yazan kişiyle, mektubun
yazıldığı kişinin birinci adları vardı. Eve gider gitmez
hemen telefon idaresini aradım.Görevli kisi, kendisine
bildirdiğim adreste yaşayanların telefon numarasını
vermesinin yasalara aykırı olduğunu söyledi. Fakat
ısrarım karşısında: "Belki, size yardımcı olabilirim" dedi.
"Bu adreste bulunan numaraya telefon ederim ve onlar
Kabul ederlerse, sizi görüştürebilirim lütfen bekleyin.."
dedi. İki üç dakika sonra görevlinin sesi geldi..
"Bağlıyorum efendim." Telefonda, karşıdaki hanıma
"Hannah diye birini tanıyıp, tanımadığını" sordum.

"Bu evi, 30 yıl evvel, Hannah diye kızları olan bir aileden
aldık" dedi. "Peki yeni adreslerini biliyor musunuz?.."
"Hannah annesini bir huzurevine yatıracaktı. Oradan takip
ederseniz, belki adres bulursunuz.." deyip bana huzurevinin
adını verdi.. Hemen aradım.. Yaşlı anne yıllar önce ölmüş..
Ama kızına ait eski bir telefon numarası var. Belki ordan
bilirlermiş.. "Bunların hepsi aptalca aslında" dedim
kendi kendime.. İçinde sadece 3 dolar ve 60 yıl önce
yazılmış bir mektup bulunan cüzdanın sahibini aramak
için bunca zahmete ne gerek var ki.. Aradım numarayı..

Bir kadın "Şimdi Hannah'nın kendisi bir huzurevinde"
dedi ve numarayı verdi. Hemen orayı çevirdim.. Ses;
"Evet, Hannah burda yaşıyor" dedi.. Saat ona geliyordu
ama hemen yola çıktım, Hannah'yı görmek için..
Devasa bir binanın üçüncü katında şirin bir oda.. Gümüş
saçlı, sıcak tebessümlü bir yaşlı kadın.. Gözlerinin içi ışıl
ışıl ama.. Anlattım olanları.. Cüzdanı ve mektubu gösterip..
Derin bir iç çekti mektuba bakarken ve "Genç adam" dedi,
"Bu mektup, Michael ile son kontağımdı.. Onu öyle
seviyorum ki.. Sean Connery gibi yakışıklıydı.. Hani şu
meşhur aktör.. Ama ben 16 yaşındaydım.. Çok küçüğüm
diye annem kesinlikle izin vermedi.." Derin bir nefes daha..
"Michael Goldstein harika bir insandı. Eğer bulabilirseniz
ona söyleyin lütfen.. Onu hep düşündüm.. Hep.." Bir ufak
sessizlik.. Bir derin nefes daha.. "Ve onu hep sevdim.."
İki damla yaş damladı elindeki mektuba, ıslanan gözlerden..
"Ve hiç evlenmedim.. Michael gibi birisini bulamadım ki.."
Hannah'ya teşekkür edip odadan çıktım.

Binadan çıkarken danışmada beni karşılayan kız
"Hannah Hanım yardımcı olabildi mi size" dedi.." Hiç
değilse bunun sahibinin soyadını öğrendim" dedim..
Cüzdanı elimde sallayarak.. O sırada yanımda dikilip duran
hademe bağırdı.. "Hey baksana.. Bu Bay Michael'ın
cüzdanı.. Üzerindeki bu kırmızı şeritten onu nerde
görsem tanırım.. Cüzdanını hep kaybederdi zaten..
Üç kere ben buldum, koridorlarda..

"Michael sekizinci katta yaşıyordu.. Ok gibi fırladım
tekrar asansöre. Michael yatmamıştı. Okuma odasında
kitap okuyordu. Hemşire beni ve elimdeki cüzdanı gösterdi.
Michael elini arka cebine attı, hızla.. Sonra sevinçle "Evet
bu benim cüzdanım" dedi. "Öğleden sonraki yürüyüş
sırasında kaybetmiş olmalıyım. Size teşekkür borçluyum."
"Hiçbirşey borçlu değilsiniz" dedim. "Ama özür dilerim.
İpucu bulmak için açtım ve içindeki mektubu okudum."
"Mektubu mu okudun?" "Sadece okumakla kalmadım.
Hannah'yı da buldum.." "Buldun mu? Nerde? İyi mi?
Hala eskisi gibi güzel mi. Söyle, lütfen söyle.."
"Çok iyi.. Hem de harika" dedim, yavaşça.. "Bana onun
telefon numarasını ver. Yarın onu hemen arayacağım."
Elime sımsıkı sarıldı.. "O benim tek aşkımdı.. Onu
öyle sevdim ki, asla evlenmedim.. Çünkü bu mektup
geldiğinde hayatım, anlamsal olarak bitmişti."
"Bay Goldstein" dedim.. "Gelin benimle.."

Asansörle üçüncü kata indik.. Odanın kapısı açıktı.
Hannah sırtı kapıya dönük televizyon izliyordu..
Hemşire ona yaklaştı, omzuna dokundu.. "Hannah"
dedi.. "Bu bay'ı tanıyor musun?" Gözlüklerini
ayarladı bir an baktı, tek kelime etmeden..
"Michael" dedi, Michael, kapıda, kısık sesle..
"Hannah.. Ben Michael.. Beni tanıdın mı?.."
"Michael" diye yutkundu Hannah. "İnanmıyorum..
Bu sensin. Benim Michael'ım." Michael
Hannah'ya doğru yürüdü yavaşça. Sarıldılar.
Hemşire yanıma geldiğinde onun da gözleri yaşlıydı..
"Gördün mü, bak?" dedim "Yaşamda, yaşanması
gereken herşey, er ya da geç, birgün kesinlikle yaşanacaktır."

***

Üç hafta sonra beni huzurevinden aradılar.
Pazar günü bir nikah vardı.. Gelebilir miydim?

Harika bir nikah töreni idi. Hannah ve Michael
beni nikah şahidi yaptılar üstelik. Hannah açık
bej elbisesi içinde çok güzeldi.. Michael de
lacivert takımı içinde hala çok yakışıklı..
Bir nikah tanığı olarak söylüyorum bu gözlemlerimi?

Aşklarını onsekiz yaşın heyecanı ve duygusuyla yaşayan
76 yaşındaki gelin ile 79 yaşındaki damadın nikahında
keşke siz de bulunsaydınız? Altmış yıl önce bittiği
sanılan bir aşk öyküsünün, altmış yıl sonra, kaldığı
yerden nasıl filizlendiğine siz de tanık olacaktınız.

Çeviren: Nuray Bartoschek

Ekleme Tarihi: 31.03.2007
Yaşam Nedir?
 
Gökyüzünde dünyayı yaşarken sonsuz özgürlüğümle birlikte,
yaşamı arıyordum ne olduğunu bilemeden... Bir su damlasıydım, güneşin ışıklarında renklerle oynayan, karanlıklarda
yıldızlarla konuşan... Mutluydum rüzgarla birlikte
maviliğe savrulurken, mutluydum kuşlarla kanat çırparken,
mutluydum gökkuşağı olup renkleri saçarken...

Takılmışken bir bulutun peşine, görürdüm yaşayanları
yeryüzünde... Hepsi zamanla koşar gibi, hep bir şeylerin
peşinde... Bazen bir kuşun kanadına karışır,
uçardım onunla, rüzgâra karşı çığlıklarla birlikte.

Yaşamı sorardım kuşlara, nedir diye? Özgürlük derlerdi bana... Göklerde özgürce kanat çırpabilmek, rüzgâra baş kaldırmak. Ama
yağmur yağdığında özgürlükleri elinden alınır, ağırlaşan kanatları
daha fazla çırpınamazdı damlalar karşısında... Sığınırken bir kaya
kovuğuna, özgürlüklerini teslim ederlerdi yağmura, sessizce...

Karıştım bir gün yağmur damlalarının arasına, gücü hissedebilmek için...Toprağa karışmak istedim, çoğalmak istedim, azgın bir nehir olup akmak istedim, deniz olmak istedim, yaşamı bulmak istedim, yaşam olmak istedim... Terk ettim gökyüzünü güneşe veda edemeden... Altımda gittikçe büyüyen yeryüzü beni kendine doğru hızla çekerken daha da büyüdüm, çoğaldım. Koşmaya başladım bir an önce toprağa kavuşabilmek için. Yaşamı hissedebilmek için... Yaşam olabilmek için...

Toprağa ilk dokunuş, ilk sarılış... Sıcaktı toprak, gökyüzünün
olamadığı kadar... Beni sarmaladı şefkatle, beni içine aldı sevgiyle...
Sevdim onu... Seviyorum dedim yaşamayı seninle birlikte...Toprağın
derinliklerinde, karanlık sıcaklıklarda güveni hissettim... Zaman
geçtikçe büyüdüm, çoğaldım... Yerimde duramaz hale geldim...

Güneşi özledim... Yıldızlara merhaba demek istedim.... Terk ettim
toprağı. Sıcaklığını, şefkatini. Bir sabah çiçekler açarken gökyüzünü
gördüm yeniden... Öylesine mavi, öylesine sınırsız, öylesine özgür...

Aktım, gittikçe büyüyerek... Beni sarmalayan toprağa dokunarak
aktım... Nereye gittiğimi bilemeden... Sadece yaşamı ögrenebilmek
için aktım... Benimle çiçekler açtı ağaçlarda, topraktan otlar fışkırdı
delicesine... Ben onlara yaşamı sunarken, cevap veremediler bana
yaşam nedir diye sorduğumda... Büyümek istedim... Daha hızlı
akmak, denize kavuşmak istedim... Aktım gökyüzünün görünmediği
ıssız ormanların arasından, yıllardır kımıldamaktan korkan taşları
peşimde sürükleyerek, başkaldırırcasına ... Başakların rüzgârla dans
ettiği ovalara geldiğimde duruldum... Onları seyredebilmek için
yavaşladım... Sordum uçuşan kelebeklere yaşamı... Rüzgarla dans
mı diye?.. Cevap vermediler bana... Denizi aradım uzaklarda,
görebilmek için köpürdüm, taştım ona bir önce dokunabilmek için.

Sonra bir sabah, daha güneş ışıklarını serpmeye başlamamışken
dünyaya, uzaklarda maviliği gördüm... Gördüm orada canlılığı,
başkaldırmışlığı, hasreti... Kavuşmak istedim bir an önce, sarılmak
istedim... Koynuna girmek istedim bir sevgili gibi... Sevişmek
istedim onunla... Yaşamı istedim ondan... Dokunduğumda denize,
balıklar kaçtı benden, suyum karıştı denize... Bir oldum onunla...

Ufacık bir damlaydım, bulut oldum, toprak oldum, deniz oldum,
okyanus oldum. Kapladım dünyayı canlılığımla. Dalgalarla oynarken derinliklere karıştım... Derinliğin sessizliğinde güzellikleri
buldum... Yaşam gizlenmiş güzellikler midir diye sordum denize?
Cevap alamadım... İnsan olmak istedim... Yaşamın ne olduğunu
öğrenirim diye...Döl oldum genç bir erkeğin ateşli vücudunda...
Yıldızlı bir gecede can oldum bir dişiyle... Büyümeye başladım
içinde olduğum insana fark ettirmeden... Büyüdüm, büyüdüm...

Aynı toprak gibi sıcak ve karanlık bu yer bana güven verdi, huzur
verdi... Zaman geçtikçe, yerime sığamaz hale geldim... Güneşe
sarılmak istedim... Yıldızları görmek, denizle konuşmak istedim...
Yaşamı insanlara sormak istedim... Işıkla tekrar kavuştuğumda
özgürlüğümü hissettim yeniden... Küçük bir su damlasıyken
gezdiğim gökyüzünü yeniden görebilmek mutluluk verdi...

Büyüdüm zamanla... Diğer insanlarla birlikte, zamanla birlikte...
Sordum insanlara yaşam nedir diye?.. Cevap veremediler...
Bir gün aşık oldum birisine, neden diye sormadan kendime...
Bir kuş gibi özgürce, bir nehir gibi delicesine akarak,
bir deniz gibi sınırsızca sevdim birisini...
O zaman anladım ki; YAŞAM SEVGİDİR...
SADECE SEVGİ.
Bebek
 
Genç kadın, bebeğin güzelliği karşısında
büyülenmiş gibiydi. Kıvırcık sarı saçları, iri mavi gözleri,
kalkık bir burun ve küçük kırmızı dudaklarıyla
bir kartpostalı andıran bebek, kadının şimdiye kadar
gördüğü en cana yakın kız çocuğuydu.
Onun ipek yanaklarını daya doya öpmek ve
cennet kokusunu içine çekmek için eğildiğinde :
"Dokunma bana ..." diye bir ses duydu.
"Beni okşamaya hakkın yok senin..."
Kadın korkuyla irkilip etrafına bakındı.
Bebekle kendisinden başka içerde kimse yoktu.
Aynı sesi tekrar duyduğunda bebeğe döndü.
Aman Allahım!.. Yeni doğmuş gibi görünmesine rağmen
konuşan oydu. "Bana yaklaşmanı istemiyorum"
diye devam etti. "Hemen uzaklaş benden..."
Kadın, biraz olsun kendini toplayarak :
"Çocuklarımız hep erkek oluyor" dedi.
"Onlar da güzel ama kız çocukları başka.
Bu yüzden seni öpmek istedim."
"Beni öpemezsin" diye ağlamaya başladı bebek.
"Benim de seni öpemeyeceğim gibi..."
"Neden ?" diye sordu kadın."Neden öpemezsin ki ?"
Bebek, hıçkırıklara boğulurken :
"Bunun sebebini bilmen gerekir" dedi.
"Düşünürsen mutlaka bulacaksın..." Kadın, neler olup
bittiğini hatırlamak üzereyken kendine geldi.
Özel bir hastanenin en lüks odasında yatıyor
ve narkozun tesirinden midesi bulanıyordu.
Aile dostları olan tanınmış doktor,
odayı dolduran çiçeklerden bir tanesini
vazodan çıkartıp kadına uzatırken :
"Geçmiş olsun hanımefendi" dedi.
"Başarılı bir kürtajdı doğrusu.
Ha..! Sahi, "kız"mış aldırdığınız bebek."
Anne ayı yavrusuna balık tutmayı nasıl öğretir
 
Anne ayı iyi bir avcıdır. Bu bilgisini yavrusuna da aktarmak ister.
Balık avlarken bir iki yaşındaki yavru da annesinin yanındadır. Birlikte suya girerler?
Anne ayı balık yakalar, birlikte yerler.
Bu arada bir gelişme olur. Anne ayı, yakaladığı balığı ağzından suya düşürür, ancak balık ölüdür, yavru ayı onu hemen yakalar.
Bu oyun haftalarca sürer. Anne ayının ağzından düşürdüğü balık her defasında biraz daha canlıdır!... Yavru ayı yine de o balıkları yakalar !...
Suya düşen balıklar her defasında daha canlıdır ama yavru ayı da her gün daha usta bir avcı olmaktadır?
Sonunda yavru ayı kendi başına balık yakalayacak kadar ustalaşır. Anne ayı bunu anlar. Artık ona balık vermez.
Kendi artıklarından yemesini ve çevreden meyve toplamasını engeller. Yanına gelmek isterse ona vurur, taşlar kısacası yanından uzaklaştırır.
Yavru ayı aç kalır?
Bir gün aç, iki gün aç, üç gün aç, artık dayanamaz. Balık tutar. Balık tutmanın aslında çok zor olmadığını anlar. Balık tutmaya devam eder.
Anne ayı çok mutludur. Yavrusuna balık tutmasını öğretmiştir.
Anne ayı yavrusuna balık tutmayı nasıl öğretir
 
Anne ayı iyi bir avcıdır. Bu bilgisini yavrusuna da aktarmak ister.
Balık avlarken bir iki yaşındaki yavru da annesinin yanındadır. Birlikte suya girerler?
Anne ayı balık yakalar, birlikte yerler.
Bu arada bir gelişme olur. Anne ayı, yakaladığı balığı ağzından suya düşürür, ancak balık ölüdür, yavru ayı onu hemen yakalar.
Bu oyun haftalarca sürer. Anne ayının ağzından düşürdüğü balık her defasında biraz daha canlıdır!... Yavru ayı yine de o balıkları yakalar !...
Suya düşen balıklar her defasında daha canlıdır ama yavru ayı da her gün daha usta bir avcı olmaktadır?
Sonunda yavru ayı kendi başına balık yakalayacak kadar ustalaşır. Anne ayı bunu anlar. Artık ona balık vermez.
Kendi artıklarından yemesini ve çevreden meyve toplamasını engeller. Yanına gelmek isterse ona vurur, taşlar kısacası yanından uzaklaştırır.
Yavru ayı aç kalır?
Bir gün aç, iki gün aç, üç gün aç, artık dayanamaz. Balık tutar. Balık tutmanın aslında çok zor olmadığını anlar. Balık tutmaya devam eder.
Anne ayı çok mutludur. Yavrusuna balık tutmasını öğretmiştir.

 
Hamallığın Öyküsü
 
Hamalsan iki şey önemli oluyor senin için: Yük ve yol...
Ancak sırtına aldığın yükle bu mesafeyi aşabilirsen, ücret mevzu bahis
oluyor. Aksi olursa, cereme çekiyorsun! Bunu düşünüyordum.
Yanımdaki hamalla yola çıktık. İhtiyardı. Kendinden
büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise birkaç bavul vardı sadece,
onunkinin çeyreği... Diyordum ki içimden "Çok gitmeden kıvrılırsa
titreyen bacakları, yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!.."
Nitekim, çok geçmeden dedi ki: "Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!...

"Ne molası, dedim ona hayretle. Ben daha terlemedim!.."

Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü. Salarken yükünün ipini "Sen de dinlen
hadi" dedi. Benim canım sıkılmıştı bu işe. Genç olduğumu, ondan kuvvetli
olduğumu, bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu
düşünüyordum. O ihtiyar, bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce
dinleniyorken, ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum. Bir saat
kadar sonra yine durdu, oturdu, dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım
etrafında... "Yükünü indirip sen de dinlen", demesine aldırmadım, ona daha çok
kızdım... Sonra yine durdu. Bana da "dinlenmemi" söyledi yine ama
dinlenmedim. Yarım saat sonra "dinlenelim mi" diye sordu, aksi aksi
başımı salladım... Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum, birden bire
dizlerimin bağı çözüldü. Kafamın içinde uçuşan kara kara sinekler sustu, çöküp kaldım.
Kayış kolumdan çıktı, sırtımdaki bavullar kaydı. Ne kadar zaman
geçtiğini fark etmedim. Uyumuştum da uyandım mı, yoksa bayılmıştım da ayıldım mı
anlamadım... Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da
bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı, içtim.
Sonra koluma girerek;
"Hadi kalk, dedi. Bana yaslan. Ağır ağır gider ve birsüre sonra gene
dinleniriz." Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım, ama asıl anlattıkları
iyi geldi bana. "Ben yılların hamalıyım, dedi. Nice pehlivan yapılı
adamlar gördüm. Çoğu, dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte
kendilerini de toprağa serdi sonunda...

Yolda gördüğümüz saçılmış kuru kemiklerin çoğu, anlattığım bu insanlara
ait...Halbuki bir yükü "taşımak" bizim işimiz,"altında ezilmek" değil!.

Unutma ki bir yük taşıdıkça ağırlaşır. Dinlenerek sen yükünü
hafifletiyorsun! Belki günün birinde hamallığın şekli değişir.Belki o
günleri ben göremem. Ama sen kavuşursan o zamanlara, aman ha, kafanın
içinde de sakın yük taşıma... Akşamları bırak ve hafifle...

Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü.Bizim işimiz,
bugünü yarına taşımak, bugünün altında yok olmak değil. Çünkü
yarınlarda bizi bekleyenler var, taşıdıklarımızı bekleyenler var...


Okumanız bitince işi-gücü bırakın ve 10-15 saniye düşünün; bu kadar
çırpınmanın sonunda çevremizde bir kişiyi dahi mutlu edemiyorsak bir
sorun var demektir. Bazen bize küçük gelen ayrıntılar; karşımızdakini
ömrünün sonuna kadar mutlu edebiliyor....

 
Yapıcı Olmak.
 
Hindistan da çok ünlü bir ressam varmış...
Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş... Ve onu "Renklerin Ustası" anlamına gelen Ranga Çeleri olarak tanısa da; kısaca Ranga Guru derlermiş...
Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru'ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş...
Ranga Guru ise;
- Sen artok ressam sayılırsın Racaçi.. artık senin resmini halk değerlendirecek. diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş. Yanına da kirmizi bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş. Raciçi denileni yapmiş... Ve birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki, tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor... Çok üzülmüs tabii. Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki.. Alıp resmi götürmüş Ranga Guru'ya ve ne kadar üzgün oldugunu belirtmiş.
Ranga Guru üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Raciçi yeniden yapmış resmi ve gene Ranga Guru'ya götürmüş. Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru... Ama bu defa yanına bir palet dolusu çesitli renklerde yaglı boya, birkaç fırça ile birlikte... Ve yanına insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile birlikte bırakmasını istemiş.
Raciçi denileni yapmiş...
Birkaç gün sonra gittigi meydanda görmüs ki resmine hiç dokunulmamış, firçalar da, boyalar da kullanılmamış... Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru'ya gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış..
Ranga Guru ise;
Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanaği ile karşılaşabileceğini gördün...
Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı...
Oysa ikinci konumda onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin... yapıcı olmak eğitim gerektirir... Hiç kimse bilmedigi bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi...
Sevgili Raciçi Mesleginde usta olman yetmez, bilge de olmalısın.. Emeğinin karşılığını ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın... Onlara göre senin emeğinin hiç bir değeri yoktur...
Sakin emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartişma...
 
Yoldan En Güzel Geçen Kişi
 
Bir kral halkı için geniş bir yol yaptırmaya karar verdi.Yapımı tamamlanan yolu halka açmadan önce, bir yarışma düzenlemeye karar verdi.
İsteyenin bu yarışmaya katılabileceğini ilan ettiren kral, yoldan en güzel geçecek kişiyi belirleyecegini söyledi.
Yarışma günü, insanlar akın ettiler.
Bazıları en güzel arabalarını,
bazıları en güzel elbiselerini getirmişti: Kadınlardan kimileri saçlarını en güzel biçimde yaptırmıştı, kimi de yanlarında en güzel yiyecekleri getirmişti.
Gençlerden bazıları spor kıyafetler içinde yol boyunca koşmaya hazırlanıyordu.
Nihayet, tüm gün insanlar yoldan geçtiler, fakat yolu kat edip tekrar kralın yanına döndüklerinde hepsi aynı şikayette bulundu:
Yolun bir yerinde büyükçe bir taş ve moloz yığını vardı ve bu moloz yığını yolculuğu zorlastırıyordu.
Günün sonunda yalnız bir yolcu da bitiş çizgisine yorgun argın ulaştı. Üstü başı toz toprak içindeydi, ama krala büyük bir saygıyla yönelerek elindeki altın kesesini uzatti:
"Yolculugum sırasında, yolu tıkayan tas ve moloz yığınını kaldırmak için durmuştum. Bu altın kesesini onun altında buldum. Bu altınlar size ait olmalı."
Kral gülümseyerek cevap verdi:
"O altınlar sana ait delikanlı."
"Hayır, benim değil. Benim hiçbir zaman o kadar çok param olmadı."
"Evet" dedi kral. "Bu altınları sen kazandin, zira yarışmanın galibi sensin. Yoldan en güzel geçen kişi sensin. Çünkü, yoldan en güzel geçen kişi, ardından gelenler için yoldaki engelleri kaldıran kişidir ! "
Küçük Bir Tebessüm
 
Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi.
Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı.
Hemen bir not yazdı, yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğlen yemek yediği lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş bıraktı.
Garson kız ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. Aksam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her zaman köşe basında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı.
Fakir adam öyle ama öyle minnettar oldu ki. İki gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti. Karnını ilk defa doyurduktan sonra, bir apartman bodrumundaki tek odasının yolunu ıslık çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titresen köpek yavrusunu görünce, kucağına alıverdi.
Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra bütün apartman halkı.
Anneler, babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtardılar. Bütün bunların hepsi, beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir tebessümün sonucuydu.
Gerçek Dostluk Böyle Olur
 
Çok samimi iki dost ve arkadaşlardı. Fakat bir tanesi çok kurnaz atılgan ve hareketli, diğeri ise çok saf, dürüst ve sessizdi. Bir gün kurnaz olan arkadaş , diğer arkadaşın yanına giderek işlerinin bozulduğunu söyler ve kendisinden para ister. Samimi dostu onu hiç kırmaz ve elindeki bütün parayı arkadaşına verir. Arkadaşı bu parayla işlerini düzeltir. Bir süre sonra kurnaz olan yine arkadaşının yanına gider ve arkadaşının evlenmek üzere olduğu nişanlısını çok
beğendiğini ve kendisine vermesini ister. Arkadaşı çok şaşırır, ne diyeceğini bilemez.Fakat aralarında o kadar kuvvetli bir sevgi vardır ki arkadaşına hayır diyemez, nişanlısını arkadaşına verir.
Zaman içinde Saf olanın işleri bozulur ve birden arkadaşı aklına gelir
ben ona sıkıştığında iyilik yapmıştım diyerek arkadaşının iş yerine gider
ve kendisine çalışması için iş vermesini ister. Arkadaşı ona iş vermez. Bizimki pişmanlık ve üzüntü içinde geri döner ama yinede arkadaşına kızamaz. Bir gün sokakta dolaşırken yanına hasta ve yaşlı bir adam yaklaşır. Fakir olduğu için ilaç alamadığını söyler. Bizimki yaşlı adamcağıza acır, istediği ilaçları alır ve adamcağıza verir. Kısa bir süre sonra yaşlı adamın öldüğünü duyar. Yaşlı adam çok zengindir ve bütün mirasını kendisine bırakmıştır.
Saf adam artık zengindir. Biraz da sevdiği dostuna olan kırgınlığıyla dostunun iş yerinin karşısında bir ev alır ve oraya yerleşir. Bir gün evinin kapısını dilenci bir kadın çalar. Yaşlı kadın çok aç olduğunu, kendisine yemek vermesini ister. Bizim saf hiç düşünmeden kadını içeri alır karnını doyurur, Kimsesi olmadığını
öğrendiği kadına; Kendisinin de yanlız olduğunu söyler ve bu evde birlikte
yaşıyalım sen evin işlerini ve yemekleri yaparsın der, yaşlı kadın hiç
düşünmeden kabul eder. Bir süre sonra yaşlı kadın bizimkine, kendine
uygun bir kız bulup evlenmesini söyler. Bizimki böyle bir kızı nasıl
bulacağını, kendisinin tanıdığı olmadığını söyler.Yaşlı kadın ona uygun bir
kız tanıdığını ve kendisiyle görüştürebileceğini söyler. Görüşmeler
sonucunda evlenmeye karar verilir ve düğün davetiyeleri basılır. Bizimkisi
kırgın olduğu halde çok samimi dostunu yinede unutamamıştır. Biraz da
geldiği konumu görmesi açısından samimi arkadaşına da davetiye gönderir .
Düğün günü gelir çatar. Saf adam düğün salonunda bir şeyler söylemek
isteğiyle mikrafonu alır ve başlar yaşadıklarını anlatmaya; Eskiden çok
sevdiğim bir dostum vardı. Bir gün işleri bozulunca benden borç para istedi elimdeki bütün parayı verdim. Evlenmek üzere olduğum nişanlımı çok beğendiğini söyleyerek benden istedi. Çok üzülerek onu da kendisine verdim . Çünkü biz gerçek dosttuk onun üzülmesini istemedim. işlerim bozulduğunda onun fabrikasına gittim ve çalışmak için kendisinden iş istedim. Bana iş vermedi. çok üzüldüm, ama yinede arkadaşıma kızmıyorum .çünkü biz gerçek dosttuk. Bu konuşma üzerine kurnaz olan arkadaşı daha
fazla dayanamaz mikrofonu eline alır ve başlar konuşmaya;
Benim de bir zamanlar çok sevdiğim bir dostum vardı.
İşlerim bozulduğunda kendisinden para istedim, bütün parasını bana verdi.
Sonra ondan nişanlısını istedim, üzülerek nişanlısını da verdi. Nişanlısını
istememin nedeni o kadının arkadaşıma layık olmamasıydı (Hayat kadınıydı)
Kendisi çok saf olduğu için arkadaşımı o kadından bu
şekilde kurtardım.İşleri bozulduğunda gelip benden iş
istedi, Arkadaşımı kendi emrimde çalıştıramazdım, o yüzden iş vermedim.
Günün birinde karşılaştığı yaşlı adam benim babamdı. Babam ölmek
üzereydi, onu arkadaşımın yanına ben gönderdim ve mirasını ona ben bıraktırdım. Evine gelen dilenci kadın benim annemdi.Ona bakıp iyi yaşamasını sağlamak için gönderdim. Şu anda evlenmekte olduğu kız de benim kız kardeşim. Onu arkadaşımla evlenmesine ben ikna ettim.
Değerli misafirler, işte biz böyle dostuz.
 
Hayatin Anlami Nedir ?
 
"Eski zamanlarin birinde bir adam hayatin anlaminin ne olduguna takmis kafayi..
Buldugu hiçbir cevap ona yeterli gelmemis ve baskalarina sormaya karar vermis..
Ama aldigi cevaplarda ona yetmemis.Fakat mutlaka bir cevabi olmali diyormus..
Ve dolasip herkese bunu sormaya karar vermis.. Köy,kasaba,ülke dolasmis bu arada zamanda durmuyor tabiki ...
Tam umudunu yitirmisken bir köyde konustugu insanlar ona
-Su karsi ki daglari görüyormusun,orada yasli bir bilge yasar! istersen ona git belki o sana aradigin cevabi verebilir. " demisler.
Çok zorlu bir yolculuk sonunda Bilgenin yasadigi eve ulasmis adam. Kapidan içeri girmis ve bilgeye Hayatin anlaminin ne oldugunu somus..
Bilge sana bunun cevabini söylerim ama önce bir sinavdan geçmen gerekiyor demis ...
Adam kabul etmis..
Bilge bir çay kasigi vermis adamin eline ve içinede silme bir sekilde zeytinyag doldurmus. Simdi çik ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel ... Yalniz dikkat et kasiktaki zeytinyag eksilmesin eger bir damla eksilirse kaybedersin..
Adam gözü çay kasiginda bahçeyi turlayip gelmis.Bilge bakmis evet demis kasikta yag eksilmemis,peki bahçe nasildi? Adam saskin..
Ama demis ben kasiktan baska bir yere bakmadim ki...
Simdi tekrar bahçeyi dolasiyorsun kasik yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel, demis Bilge...
Adam tekrar bahçeye çikmis gördügü güzellikler büyülemis muhtesem bir bahçedeymis çünkü ...
Geri geldiginde bilge, adama bahçe nasildi diye sormus ...
Adam gördügü güzellikler karsisinda büyülendigini anlatmis..
Bilge gülümsemis ,ama kasikta hiç yag kalmamis demis ve eklemis :
"Hayat senin bakisinla anlam kazanir ya sadece bir noktayi görürsün hayatin akip gider sen farkina varmazsin..
Yada görebilecegin tüm güzelliklerin tam ortasinda hayati yasarsin akip giden zamanin anlam kazanir ... "
"Hayatinin anlami senin bakislarinda gizlidir"
Berber ve müsteri
 
Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal traşı olmak için berbere gitti. Onunla ilgilenen berberle güzel bir sohbete başladılar. Değişik konular üzerinde konuştular.
Birden Allah ile ilgili konu açıldı...
Berber: " Bak adamım, ben senin söylediğin gibi Allah'ın varlığına inanmıyorum.
"Adam: " Peki neden böyle düşünüyorsun?
"Berber: " Bunu açıklamak çok kolay. Bunu görmek için dışarıyaçıkmalısın. Lütfen bana söyler misin, eğer Allah var olsaydı,bu kadar çok hasta insan olur muydu, terkedilmiş çocuklar olur muydu? Allah olsaydı, kimse acı çekmezdi. Allah olsaydı, bunların olmasına izin vereceğini sanmıyorum...
"Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi. Berber işinibitirdikten sonra adam dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir adam gördü. Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki traş olmayalı uzun süre geçmişti. Adam berber dükkanına geri döndü.
Adam: " Biliyor musun ne var, bence berber diye birşey yok"
Berber: " Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve bir berberim
Adam: " Hayır, yok. Çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzunsaçlı ve sakallı adamlar olmazdı."
Berber: " Hımmm... Berber diye birşey var ama o insanlar banagelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?"
Adam: " Kesinlikle doğru! Püf noktası bu! Allah var, ve insanlar ona gitmiyorsa, o ne yapabilir ki?
İşte dünyada bu kadar çok acı ve keder olmasının nedeni!"
Mutlu Son
 
İki sevgili varmış Hani insanın içini kıpır kıpır ettiren umut dolu bir
sevgiymiş onlarınki. Evlenmeyi düşünüyorlarmış. Derken bir gün
delikanlının yurt dışıina gitme mecburiyeti doğmuş. Kız gözyaşları
içinde kalmış. Onsuz nasıl yaşayacağını bilemiyormuş. O zaman delikanlı
cebinden bir yüzük çıkartmış ve demiş ki 'Ben iki yıl sonra döneceğim.
Eğer döndüğüm güne kadar parmağından bu yüzüğü hiç çıkartmazsan beni
gerçekten sevdiğini anlayacağım ve hemen evlenecegiz.' Genç kız çaresiz
kabul etmiş. Çocuk gitmiş.
Kız yüzüğü hiç ama hiç çıkartmamış. Taa ki... Taa ki sevgilisini
karşılamaya gittiği güne kadar. O gün rıhtımda durmuş kendisine
nişanlısını getiren geminin kıyıya yanaşmasını izliyormuş heyecanla.
Birden güvertede delikanlıyı görmüş. Yüreği ağzına gelmiş. Sevinç içinde
kendisini göstermeye çalışmış.
Elini cebinden çıkartıp sallayayım derken "şıp" diye bir sesle irkilmiş.
Yüzük parmağından düşmüs, denizin derinliklerinde kaybolup gitmiş! Ne
yaptıysa, ne söylediyse delikanlıyı ikna edememiş. Çocuk kızı terk
etmiş. Zaman geçmiş.
Kız bir gün hep nişanlısıyla birlikte gittikleri balıkçıya uğramış.
Birde bakmış ki delikanlı orada! Hemen yanına yaklaşıp olanları
anlatmaya çalışmış. Delikanlı ilk başlarda biraz soğuk davrandıysa da
sonunda yelkenleri suya indirmiş. Uzun ayrılığın getirdiği özlemle
birbirlerine sarılmışlar. Mutluluk yüzlerinde okunuyormuş adeta. Bu
olayın şerefine hemen yemek sipariş etmişler. Bir kaç dakika sonra bir
tabakta balıkları gelmiş. İştahla çatal bıçağa davranmışlar.
Balığı kestiklerinde içinden ne çıkmış dersiniz?
Yüzük dediniz değil mi?
Bilemediniz.
Kılçık!
Siz çok fazla Türk filmi seyretmişsiniz...
KELEBEK
 
İyi kalpli yalnız bir adam birgün bir koza bulur. Kozanın içinde küçük bir tırtıl vardır. Adam çok sever bu tırtılı. Onunla tüm yalnızlığını, tüm sevgisini paylaşır. Gel zaman git zaman tırtıl büyür, güzel bir kelebek olur. Adam kelebeğine hayran, bırakamaz onu bir türlü. Aslında kelebeğin aklında dağlar, kırlar, çiçekler vardır da kıyamaz bir türlü adama ve sevgisine, yalnız bırakamaz onu. Üç günlük ömrünü sevildiği ve sevdiği yerde geçirmeye hazırdır.
Ama adam bilir ki "Sevmek bazen vazgeçmeyi de bilmektir." Kelebeğine son kez bakar ve onu salıverir özgürlüğüne, kırlarına, çiçeklerine doğru...
Kelebek mutlu olmasına mutludur ama hiçbir meltem, hiçbir çiçek yaprağı adamın avucunun sıcaklığını andırmaz. Aklında adam, o çiçek senin bu çiçek benim dolaşır saatlerce...
Adam bir kelebeğe sevdalı, bakıp durur boşluğa. Kelebekse hâlâ konacak sıcak bir avuç aramakta! Böylece kelebek şunu anlar;
"Bazen ait olduğumuz yer orasıdır; sıcak bir avuçtur biliriz. Ama o yerin bize ait olma ihtimali bir hiçtir."
Böylece adam şunu anlar:
"Hiçbir sevdayı yalnızca sevgiyle yaşatamazsınız."
O günden sonra kelebek, adama duyduğu özlemi gömecek bir dağ aramaya başlar. Ama gücü tükenene dek arayıp da bulamayınca anlar ki
"Hiçbir dağ bir özlemi gömebileceğimiz kadar büyük değildir."
Adamsa artık sevdasını koyar avuçlarına kelebeğinin yerine.
Herkes birşeyler yaşar; iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış. Yaşadıklarından bir çıkarım yaparak hayatına bir yol verir, aynı zamanda düşüncelerine de...
BIRAK SEVGİ SENİ BULSUN!!!
ihanetin bedeli
 
Üşüyorlardı. Çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı üşüyorlardı. Dereler buz tutmuştu. Dağlar karlarla kaplıydı.
Dondurucu bir rüzgar esiyordu. Üşüyorlardı. Elleri, kulakları, burunları morarmıştı. Dişleri birbirine çarpıyordu. Kundaktaki bebekler uyuyuveriyorlar ve bir daha uyanmıyorlardı. İhtiyarlar sendeleyerek yerlere düşüyorlardı:
- Bırakın uyuyalım biz de, diyorlardı.
Biri:
- Ateş yakalım, dedi.
İtiraz ettiler:
- Odunu nereden bulacaksın, bulsan da tutuşmaz, hepsi ıslak. Yakacağımız ateş kime yetecek.
Biri:
- Böyle felce uğramış fareler gibi ölümü bekleyemeyiz, diyordu. Toplanın, odun taşıyalım, ateş yakalım.
Bir başkası:
- Ben gelirim, dedi.
Bir başkası daha:
- Ben de, dedi.
- Haydi hep beraber, odun bulalım, yakalım ateşi...
Canlanır gibi oldular. Son bir enerjiyle sağa sola seyirttiler. Çocuklar, gençler, kızlar, erkekler karları eşeliyor, kökleri çıkartıyor, kırık ağaçları topluyor, odun taşıyorlardı.
Gelen odunlar ortaya tepeleme yığılmaya başlamıştı... İçlerinden en ustası kavı çaktı. Kuru dalların en incesini tutuşturmaya başladı. Hep birlikte eğilmişler, üflüyorlardı. Küçük bir alev parladı. Bir ince dal daha koydular üstüne, bir ince dal daha... Alev azıcık büyüdü. Üflüyorlardı... Yavaş yavaş dil vermeye başladı alevler. Odunlar çıtırdıyordu. Alevler
kollarıyla sarmaya başladı odunları... Herkesin yüzü birden gülmüştü. İhtiyarlar çömelmişler ellerini ısıtıyorlardı. Ateş adamakıllı canlanmaya başlamıştı.
Bebekler kendilerine gelmişler, bağırıyorlardı...
Biri:
- Söndürmeyelim bu ateşi, diyordu. Daha odun getirelim, daha odun...
Artık boyuna odun toplanıyordu. Gidenler kucak kucak odunlarla geliyorlar, ateşe tepeleme yığıyorlardı.
Aralarında ekipler ayırdılar. Durmadan nöbetleşe odun taşıyacaklardı. Ateşte hep birlikte ısınacaklardı. Donmayacaklardı, ölmeyeceklerdi.
Ama aralarında bir hain vardı. O içinden:
- Hele gece olsun ben buradan azıcık ateş apartır bir tenhada keyfime bakarım, ne diye dağ tepe dolaşıp odun taşıyacakmışım, diyordu.
Gece oldu. Herkes uykuya daldı. O, nöbet tutmaya gönüllü çıkmıştı:
- Sizler uyuyun, sizin hatırınıza ben beklerim ateşi, hiç korkmayın, demişti.
Ve herkes en derin uykusundayken, yanmamış kalın odunlarla, ateşi çalıp; bir bayırın kuytusuna kendisi için gizli bir ocak yapmıştı.
Sabahleyin ateşin çalınmış olduğunu kimse fark etmedi. Yine herkes odun toplamaya dağıldı. Gece ateşi çalan, göze görünmeden kendi ocağının başına tüymüş,
yan gelmişti. Ötekiler boyuna uğraşıyor savaşıyor, odun topluyorlardı. O ise onlarla alay ediyordu:
- Enayi gibi yoruluyorlar, diyordu.
Bir aralık doğrulur gibi oldu, kafileden bir erkekle göz göze geldi. Adam soruyordu:
- Ne yapıyorsun burada?
- Hişt sesini çıkarma, dedi. Deli misin, gidip odun toplayacak... Gel beraber ısınalım burada. İkisi beraber, odun toplamadan ısınmaya başladılar. Kimse fark etmesin diye, arada bir ortalıkta görünüyor, ötekileri teşvik ediyorlardı.
- Haydi, dayanın, toplayın, hepimiz böyle kurtulacağız.
Ve geceleri yine ateşten büyükçe parçalar çalıyorlardı.
Birkaç gün sonra hainin yanındakilerin sayısı dörde, beşe çıkmıştı. Aralarında kıs kıs gülüyorlar, zekalarını övüyorlardı.
Ötekiler boyuna odun taşıyor, didinip yoruluyorlardı. Ancak gizlice ateşi çalan başka hainler de çıkmaya başlamıştı. Ortadaki ateş küçülüyordu. Asıl odunları taşıyanlar ısınamaz
olmuşlardı. Birkaç kişi meseleyi fark etti:
- Aramızda hainler var, ateşimizi çalıyorlar, dediler. Bu söz herkesi uyaracağına, tam tersine onların da aklını çeldi. Her biri:
- Dur ben de biraz ateş çalayım, diye düşünmeye başladı...
Sonunda bir gece yarısı ateşi çalmak isteyenlerin arasında bir kavga başladı:
- Bırak onu ben alacağım.
- Sen aldığın kadar aldın, o benim...
Kimse artık odun taşımayı düşünmüyordu. Son ateşleri de çalma yarışına girmişlerdi. Ateş iyice ufalıyor bitiyordu. Ve onlar kavga ediyorlardı:
- Bırak onu ben alacağım...
- Kafanı kırarım, o benim...
Ve ateş söndü. Odun taşımadan ısınmanın yolunu ararken, hepsi birden donup öldüler.
Hainlik etmeyip, hep birlikte çalışsalardı; şimdi daha sıcak, daha sıcak, daha sıcak yaşayacaklardı.
Sevgiliye Sadece Seni Seviyorum Demek YETMEZ
 
Günün birinde bir çiçekle su karsilasir ve arkadas olurlar.
Ilk önceleri güzel bir arkadaslik olarak devam eder birliktelikleri, tabii zaman lâzimdir birbirlerini tanimak için.
Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sigmaz artik ve anlar ki, su'ya asik olmustur.
Ilk kez asik olan çiçek, etrafa kokular saçar, "Sirf senin hatirin için ey su" diye...
Öyle zaman gelir ki, artik su da içinde çiçege karsi birseyler hissetmeye baslamistir. Zanneder ki, çiçege asiktir ama su da ilk defa asik oluyordur.
Günler ve aylar birbirini kovalalar ve çiçek acaba "Su beni seviyor mu?" diye düsünmeye baslar.
Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle... Halbuki çiçek, aliskin degildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.
Çiçek, suya "Seni seviyorum der. Su, "Ben de seni seviyorum" der. Aradan zaman geçer ve çiçek yine "Seni seviyorum" der. Su, yine "Ben de" der.
Çiçek, sabirlidir. Bekler, bekler, bekler...
Artik öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz etrafa ve son kez suya "Seni seviyorum." der.
Su da ona "Söyledim ya ben de seni seviyorum." der ve gün gelir çiçek yataklara düser. Hastalanmistir çiçek artik. Rengi solmus, çehresi sararmistir çiçegin. Yataklardadir artik çiçek. Su da basinda bekler çiçegin, yardimci olmak için sevdigine...
Bellidir ki artik çiçek ölecektir ve son kez zorlukla basini döndürerek çiçek, suya der ki; "Seni ben, gerçekten seviyorum." Çok hüzünlenir su bu durum karsisinda ve son çare olarak bir doktor çagirir nedir sorun
diye...Doktor gelir ve muayene eder çiçegi. Sonra söyle der doktor:
"Hastanin durumu ümitsiz artik elimizden birsey gelmez."
Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalik nedir diye ve sorar doktora. Doktor, söyle bir bakar suya ve der ki:
"Çiçegin bir hastaligi yok dostum... Bu çiçek sadece susuz kalmis, ölümü onun için" der.
Ve anlamistir artik su, sevgiliye sadece "Seni seviyorum" demek yetmemektedir...
Yasli adamin ogluna mektubu
 
Nebraska'da yasli bir adam yasardi. Patates ekini icin bahceyi bellemesi
gerekiyordu, lakin bu cok zor bir isti. Tek oglu olan David ona yardim
edebilirdi fakat o da hapisteydi.
Yasli adam ogluna bir mektup yazdi ve derdini anlattı.
Sevgili David,
Patates bahcemi belleyemeyecegimden kendimi cok kotu hissediyorum.
Bahceyi kazmak icin oldukca yaslanmis sayilirim. Burada olsan butun
derdim bitecekti. Biliyorum ki sen bahceyi benim icin hallederdin.
Sevgiler Baban
Bir kac gun sonra oglundan bir mektup aldi
Babacigim,
Tanrı askina bahceyi kazma, ben oraya cesetleri gommustum.
Sevgiler David
Ertesi gun sabaha karsi 4'de FBI ve yerel polis cikageldi ve tum sahayi
kazdi lakin hic bir cesede rastlamadilar. Yasli adamdan ozur dileyerek
gittiler. Ayni gun yasli adam oglundan bir mektup daha aldi.
Babacigim,
Simdi patatesleri ekebilirsin. Bu sartlarda yapabilecegimin en iyisini
yaptim.
Sevgiler David...
Sedef Çiçegi
 
Mahkeme salonunda, seksen yaslarindaki yasli çiftin durumu içler acisiydi.Adam inatçi bakislarla, suskun ninenin aglamaktan iyice çukurlasmis gözlerini ve bikkin bakislarini süzüyordu.

Hakim tok sesiyle, yasli kadina:

"Anlat teyze, neden bosanmak istiyorsun?"

Yasli kadin, derin bir nefes çektikten sonra bas örtüsüyle agzini aralayip, kisilmis sesiyle konusmaya basladi.

"Bu herif yetti gayri, 50 yildir bezdirdi hayattan..."

Sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu, mahkeme salonunda... Sessizlik, bu tür haberleri her gün manset yapan gazetecilerden birinin flasiyla bozuldu. Kim bilir nasil bir manset atacaklardi, yasanmis 50 yilin ardindan? Çok sayida gazeteci izliyordu davayi... Kadin neler diyecekti ? Herkes, onu dinliyordu. Yasli kadinin gözleri doldu ve devam etti:

"Bizim bir sedef çiçegi vardi çok sevdigim... O bilmez... 50 yil önceydi.. O çiçegi bana verdigi çiçekler arasindan kopardigim bir yapragi tohumlamistim, öyle büyüttüm. Yavrumuz olmadi onlari yavrum bildim. Bir süre sonra çiçek kurumaya basladi.O zaman adak adadim. Her gece günes açmadan önce, bir tas suyla sulayacagim onu diye... Iyi gelirmis derlerdi. 50 yil oldu, bu herif bir gece kalkip bir kerede bu çiçegi ben sulayayim demedi. Taa ki geçen geceye kadar...O gece takatim kesilmis uyuyakalmisim... Ben, böyle bir adamla 50 yil geçirdim. Hayatimi, umudumu, herseyimi verdim. Ondan hiçbirsey görmedim. Bir kerecik olsun, benim bildigim görevlerden birisini yapmasini bekledim.Onsuz daha iyiyim, yemin ederim."

Hakim yasli adama dönerek;

"Diyecegin birsey var mi, baba?" dedi.

Yasli adam bastonla zor yürüdügü kürsüye, o ana kadar suçlanmis olmanin utangaçligini hissettiren yüz ifadesiyle, hakime yöneldi.

Tane tane konustu:

"Askerligimi Reisicumhur köskünde bahçivan olarak yaptim. O bahçenin, görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim. Fadime'mi de orada tanidim. Sedefleri de... Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim. Ilk evlendigimiz günlerin birinde, boyun agrisi nedeniyle, onu hekime götürdüm. Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa; boynundaki kireç sertlesir, kötülesir dedi. Her gece uykusunu bölüp uyansin, gezinsin dedi. Hekimi pek dinlemedi bizim hatun... Lafim geçmedi... O günlerde, tesadüf, bu çiçek kurumaya yuz tuttu. Ben ona: "Gece çiçek sularsan geçer dedim. Adak dilettim... Her gece onu uyandirdim ve onu seyrettim. O sevdigim kadini, yavrusu bildigi çiçekleri sularken seyrettim. Her gece, o çiçek ben oldum sanki..." dedi adam. O yastaki bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle... "Her gece, o yattiktan sonra uyandim. Saksidaki suyu bosalttim. Sedef, gece sulanmayi sevmez, hakim bey... Geçen gece de... Yaslilik... Ben de uyanamadim. Uyandiramadim... Çiçek susuz kalirdi ama kadinimin boynu yine azabilirdi. Suçlandim...Sesimi çikartamadim..."

O anda gazeteciler dahil, mahkeme salonundaki herkes agliyordu...

"Sevgide cömert ama sevdiklerimizi kirmada oldukca cimri olalim"
Kendimizi gelistirmek
 
Bir ormanda iki kisi agac kesiyormus. Birinci adam sabahlari erkenden
kalkiyor, agac kesmeye basliyormus, bir agac devrilirken hemen digerine
geciyormus. Gun boyu ne dinleniyor ne ogle yemegi icin kendine vakit
ayiriyormus. Aksamlari da arkadasindan bir kac saat sonra agac kesmeyi
birakiyormus. Ikinci adam ise arada bir dinleniyor ve hava kararmaya
basladiginda eve donuyormus. Bir hafta boyunca bu tempoda calistiktan sonra
ne kadar agac kestiklerini saymaya baslamislar.

Sonuc : Ikinci adam cok daha fazla agac kesmis.

Birinci adam ofkelenmis :

" Bu nasil olabilir ? Ben daha cok calistim. Senden daha erken ise basladim,
senden daha gec bitirdim. Ama sen daha fazla agac kestin. Bu isin sirri ne
?"

Ikinci adam yuzunde tebessumle yanit vermis :

" Ortada bir sir yok. Sen durmaksizin calisirken, ben arada bir dinlenip
baltami biliyordum. Keskin baltayla, daha az cabayla daha cok agac kesilir."

Kendimizi gelistirmek , baltamizi bilemektir. Kendimize zaman ayirip,
yasamimizi objektif bir bakisla gozden gecirmektir. Zayif buldugumuz
alanlarimizi gelistirmek icin caba gostermektir. Bu, zihnimizin, ruhumuzun,
karakterimizin guclenmesi icin olmazsa olmaz bir kosuldur.

Delfi'deki unlu tapinakta Sokrat'in su sozu yer alir :

" Insan Kendini Tani "
Kendini tanimak, su anda oldugumuz noktayla olmak istedigimiz nokta
arasindaki yoldur. Kendini tanimak, kendimizi nasil gordugumuz ile
baskalarinin bizi nasil gordugu arasinda aci olmamasi anlamina gelir.

Bireysel ve is yasamimizda basarili, mutlu ve doyumlu olmak istiyorsak,
baltamizi bilemek icin kendimize zaman ayirmaliyiz.
Ayyasin meyhusun biri
 
Sultan Murad Han o gün bir hostur. Telaseli görünür. Sanki bir seyler söylemek ister sonra vazgecer.
Neseli deseniz degil, üzüntülü deseniz hic degil. Veziriazam Siyavus Pasa sorar:
- Hayrola efendim, caninizi sikan bir sey mi var?
- Aksam garip bir rüya gördüm.
- Hayirdir insallah?..
- Hayir mi ser mi ögrenecegiz.
- Nasil yani?
- Hazirlan, disari cikiyoruz.
Ve iki molla kiliginda cikarlar yola. Görünen o ki padisah hâlâ gördügü
rüyanin tesirindedir ve gidecegi yeri iyi bilir. Seri, kararli adimlarla
Beyazit'a cikar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten asagilara sallanir. Unkapani
civarinda soluklanir. Etrafina daha bir dikkatle bakinir. iste tam o sirada yerde yatan bir ceset
gözlerine batar. Sorarlar;
- Kimdir bu?
Ahali:
- Aman hocam hic bulasma, derler. Ayyasin meyhusun biri iste!..
- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kirk yillik komsumuz. Bir baskasi tafsilata girer;
- Biliyor musunuz, der. Aslinda iyi sanatkardir. Azaplar carsisi'nda
calisir. Nalinin hasini yapar... Ancak kazandiklarini ickiye, fuhusa harcar.
Hem sise sise sarap tasir evine, hem de nerde namli mimli kadin varsa takar
pesine.. Hele yaslinin biri cok öfkelidir. - isterseniz komsulara sorun,
der. Sorun bakalim onu bir cemaatte gören olmus mu?.. Hasili, mahalleli
döner ardini gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalirlar mi ortada!..
Tam vezir de toparlaniyordur ki padisah yolunu keser:
- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayi yeglersiniz sanirim.
- Millet bu, ceker gider. Kimseye bir sey diyemem... Ama biz gidemeyiz, söyle veya böyle tebamizdir. Defini tamamlamak gerek.
- iyi ya, saraydan birkac hoca yollar kurtuluruz vebalden.
- Olmaz, rüyadaki hikmeti cözemedik daha. Peki ne yapmami emir buyurursunuz?
- Mollaliga devam... Naasi kaldirmaliyiz en azindan.
- Aman efendim, nasil kaldiririz?
- Basbayagi kaldiririz iste.
-Yapmayin etmeyin sultanim, bunun yikanmasi paklanmasi var. Tekfini, telkini...
- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmaliyiz.
- surada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz, vefat eden sen olsaydin nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya'dan Süleymaniye'den, en azindan Fatih Camii'nden... -
Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkani coktur. Taninmak istemem. Ama
Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim... Ve gelirler camiye. Vezir saga sola kosturur, kefen tabut bulur. Padisah bakir kazanlari vurur ocaga...
Usulü erkaninca bir güzel yikarlar ki, naas ayan beyan güzellesir sanki.
Bir nurdur aydinlanir alninda. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâli bir tebessüm okunur dudaklarinda. Padisahin kani isinmistir bu adama, vezirin de
keza...
Mechul nalinciyi kefenler, tabutlar, musalla tasina yatirirlar. Ama namaz vaktine hayli vardir daha... Bir ara vezir sikintili sikintili yaklasir.
- Sultanim, der. Yanlis yapiyoruz galiba...
- Nasil yani?..
- Heyecana kapildik, sorup sorusturmadan buraya getirdik cenazeyi.
Kim bilir belki hanimi vardir, belki yetimleri?..
- Dogru, öyle ya, neyse... Sen basini bekle, ben mahalleyi dolanip geleyim.
Vezir cüzüne, tesbihine döner, padisah garip maceranin basladigi noktaya
kosar. Nitekim sorar sorusturur. Nalincinin evini bulur. Kapiyi yasli bir kadin acar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefati bekler
gibidir.
-Hakkini helal et evladim, der. Belli ki cok yorulmussun. Sonra esige cöker, ellerini yumruk yapar. sakaklarina dayar...
Aglar mi? Hayir. Ama gözleri kisilir, hatiralara dalar belki. Neden sonra silkinip cikar hayal dünyasindan...
- Biliyor musun oglum? Diye dertli dertli söylenir...
Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Aksamlara kadar nalin yapar...
Ama birinin elinde sarap sisesi görmesin; elindekini avucundakini verir satin alirdi. Sonra getirip dökerdi helaya!..
- Niye?
- Ümmeti Muhammed icmesin diye...
- Hayret...
- Sonra, malum kadinlarin ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin
zamaninizi satin aldim mi? Aldim, derdi. Öyleyse simdi
dinlemeniz gerek... O ceker gider, ben menkîbeler anlatirdim onlara...
Mizrakli ilmihal. Hucceti islam okurdum...
- Bak sen! Millet ne saniyor halbuki...
- Milletin ne sandigi umrunda degildi. Hos, o hep uzak mescidlere giderdi.
Öyle bir imamin arkasinda durmali ki, derdi. Tekbir alirken Kabe'yi görmeli...
- Öyle imam kac tane kaldi simdi?
- iste bu yüzden Nisanci'ya, Sofular'a uzanirdi ya... Hatta bir gün;
- Bakasin efendi, dedim. Sen böyle böyle yapiyorsun ama komsular
kötü belleyecek. inan cenazen kalacak ortada...
- Dogru, öyle ya?..
- Kimseye zahmetim olmasin, deyip mezarini kendi kazdi bahceye.
Ama ben üsteledim. is mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yikasin, kim kaldirsin?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra;
- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padisahin isi ne?


 

Ekleme Tarihi: 27.03.2007
Acele etmeden hayatin tadini cikarmak
 
Bir zamanlar Afrika'da kayip bir sehri aramakta olan arkeologlar,
beraberlerindeki esya ve yukleri, hayvanlarin ve yerlilerin yardimi ile
tasiyarak uzun bir yolculuga cikmislar. Kafile zor doga kosullarinda,
balta girmemis ormanlarin icinde ilerleyerek, nehirleri, caglayanlari
gecerek yolculuga gunlerce devam etmis. Fakat gunlerden bir gun
yerlilerin bir kismi birden durmuslar. Tasidiklari yukleri yere indirmisler ve hic
konusmadan beklemeye baslamislar. Ulasmak istedikleri yere bir an once
varmak isteyen batili arkeologlar bu duruma bir anlam veremeyip, zaman
kaybettiklerini, bir an once yola devam etmeleri gerektigini anlatarak,
yerlilerin neden durduklarini ogrenmek istemisler. Fakat yerliler buyuk
bir suskunluk icinde sadece bekliyorlarmis. Bu anlasilmaz durumu
yerlilerin dilinden anlayan rehber, onlarla bir sure konustuktan sonra
su sekilde ifade etmeye calismis:
"Cok hizli gidiyoruz. Ruhlarimiz geride kaliyor."

Modern sehir hayatinin ve cagimizin getirdigi en buyuk sorunlardan biri bu;
"Hizla ve sonu bir turlu gelmeyecek olan hedeflere dogru cilginca
kosusturmak" ve kosustururken etraftaki ayrintilari, manzaralari, kucuk
mutluluklari, kisaca hayata dair pek cok yasanasi guzelligi gorememek ve
kacirmak... Ya da yasanan yiginla drama, sacmaliga ve ilkellige seyirci
kalmak, duyarsizca sadece bakip gecmek ve gitmek...

Halbuki durup ruhlarimizi beklemeli, Muzigi duymaya calismali, Yavas
dans etmek icin caba sarfetmeli, Her gunun bitiminde yataga uzanip
"kendimize dogru bakmaliyiz".
Karar vermenin bilgeligi..
 
Öykümüz ünlü Çin düsünürü Lao Tzu'nun zamaninda geçer.. Lao Tzu bu öyküyü çok sever, sik sik anlatirmis hatta..

Efendim köyde bir yasli adam varmis.. Çok fakir.. Ama kral bile onu kiskanirmis.. Öyle dillere destan bir beyaz ati varmis ki.. Kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamini teklif etmis ama adam satmaya yanasmamis..

"Bu at, bir at degil benim için.. Bir dost.. İnsan dostunu satar mi" dermis hep..

Bir sabah kalkmislar ki, at yok..

Köylü ihtiyarin basina toplanmis..

"Seni ihtiyar bunak.. Bu ati sana birakmayacaklari, çalacaklari belliydi. Krala satsaydin, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yasardin. simdi ne paran var, ne de atin" demisler..

İhtiyar "Karar vermek için acele etmeyin" demis.. Sadece 'At kayip' deyin. Çünkü gerçek bu.. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiginiz karar. Atimin kaybolmasi, bir talihsizlik mi, yoksa bir sans mi, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir baslangiç. Arkasinin nasil gelecegini kimse bilemez.."

Köylüler ihtiyar bunaga kahkahalarla gülmüsler.

Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansizin dönmüs.. Meger çalinmamis, daglara gitmis kendi kendine.. Dönerken de, vadideki 12 vahsi ati pesine takip getirmis.

Köylüler, ihtiyar adamin etrafina toplanip özür dilemisler..

"Babalik" demisler.. "Sen hakli çiktin.. Atinin kaybolmasi bir talihsizlik degil adeta bir devlet kusu oldu senin için.. simdi bir at sürün var.."

"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demis ihtiyar.. Sadece atin geri döndügünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getirecegini henüz bilmiyoruz. Bu daha baslangiç.. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkinda nasil fikir yürütebilirsiniz?.."

Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemisler açiktan ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmisler..

Bir hafta geçmeden, vahsi atlari terbiye etmeye çalisan ihtiyarin tek oglu attan düsmüs ve ayagini kirmis. Evin geçimini temin eden ogul simdi uzun zaman yatakta kalacakmis.

Köylüler gene gelmisler ihtiyara..

"Bir kez daha hakli çiktin" demisler. "Bu atlar yüzünden tek oglun bacagini uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak baskasi da yok.. simdi eskisinden daha fakir, daha zavalli olacaksin" demisler..

İhtiyar "Siz erken karar verme hastaligina tutulmussunuz" diye cevap vermis. "O kadar acele etmeyin. Oglum bacagini kirdi. Gerçek bu.. Ötesi sizin verdiginiz karar.. Ama acaba ne kadar dogru.. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacagi size asla bildirilmez.."

Birkaç hafta sonra, düsmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldirmis. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çagirmis. Köye gelen görevliler, ihtiyarin kirik bacakli oglu disinda bütün gençleri askere almislar. Köyü matem sarmis. Çünkü savasin kazanilmasina imkan yokmus, giden gençlerin ya ölecegini ya esir düsüp köle diye satilacagini herkes biliyormus.

Köylüler, gene ihtiyara gelmisler..

"Gene hakli oldugun kanitlandi" demisler. "Oglunun bacagi kirik, ama hiç degilse yaninda. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oglunun bacaginin kirilmasi, talihsizlik degil, sansmis meger.."

"Siz erken karar vermeye devam edin" demis, ihtiyar.. Oysa ne olacagini kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oglum yanimda, sizinkiler askerde.. Ama bunlarin hangisinin talih, hangisinin sanssizlik oldugunu sadece Allah biliyor."

Lao Tzu, öyküsünü su nasihatla tamamlarmis, etrafina anlattiginda:

"Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkiniz kalmaz. Hayatin küçük bir parçasina bakip tamami hakkinda karar vermekten kaçinin. Karar aklin durmasi halidir. Karar verdiniz mi, akil düsünmeyi, dolayisi ile gelismeyi durdurur. Buna ragmen akil insani daima karara zorlar. Çünkü gelisme halinde olmak tehlikelidir ve insani huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi baslar. Bir kapi kapanirken, baskasi açilir. Bir hedefe ulasirsiniz ve daha yüksek bir hedefin hemen oracikta oldugunu görürsünüz."

 
Hayat böyle iste...
 
Arkadasim, karisinin komodininin çekmecesini açti ve pelur
kagida sarili bir paketi aldi:
"Bu dedi siradan bir paket degil, bu bir iççamasiri."

Paketi açti ve yumusacik ipekle dantele bakti.
"New York"a ilk gittigimizde almisti, 8-9 yil önce. Hiç giymedi.Onu özel bir güne sakliyordu".
"Sanirim bu en uygun zaman."Yataga yaklasti ve iççamasirini cenaze
levazimatçisina götürecegi diger esyalarin yanina koydu. Karisi ölmüstü.Bana
dönüp dedi ki:
"Hiç birseyi özel bir gün için saklama. Yasadigin hergün özel bir gündür."

Hala o sözlerini hatirlarim: Hayatimi degistirdiler.Artik daha çok okuyor ve
daha az temizlik yapiyorum.Terasima çikip, bahçedeki otlara aldirmadan,
manzarayi seyrediyorum.Ailemle ve arkadaslarimla daha çok vakit geçiriyorum
ve daha az çalisiyorum.Hayatin, zevk alinmasi gereken deneyimler bütünü
olmasi gerektigini anladim. Artik hiçbirseyi saklamiyorum. Kristal
bardaklarimi hergün kullaniyorum.Markete alisverise giderken,
canim istiyorsa eger ve öyle karar verdiysem,en yeni ceketimi
giyiyorum. Artik en iyi kokumu özel davetler için saklamiyorum, istedigim an
sürüyorum.
"Bir gün..." ve "Bugünlerde birinde.." cümleleri sözlügümden yavas
yavas yok oluyor. Eger görmeye, dinlemeye veya yapmaya degiyorsa, onu
hemen simdi görmek,dinlemek veya yapmak istiyorum.

Arkadasimin karisi, hepimizin hafife aldigi "yarin" burada
olamayacagini bilseydi ne yapardi bilmiyorum.Ailesini ve en yakin dostlarini
çagirirdi sanirim.Belki de, geçmisteki olasi bir kavga için özür dilemek
ve barismak için bazi eski dostlarini arardi.O çok sevdigi Çin yemeklerini
yerdi, diye düsünmek istiyorum.Saatlerimin sayili oldugunu bilseydim,
yapmadigim bu küçük seyler beni rahatsiz ederdi."Birgün" nasilsa görürüm
dedigim can dostlarimi göremedigim için rahatsiz olurdum.
"Bugünlerde bir gün" yazmayi düsündügüm bir mektubu yazmadigim için sikilirdim.
Kardeslerime ve çocuklarima, onlari ne kadar çok sevdigimi yeterince sik
söyleyemedigim için sikkin ve üzgün olurdum. simdi geç kalmamaya, yasamimiza nese
ve kahkaha katacak birseyi tehir etmemeye ya da saklamamaya çalisiyorum.
Ve her gün kendime bunun özel bir gün oldugunu söylüyorum. Her gün, her
saat, her dakika özel
Bir saatlik dost
 
Hizli bir calisma temposunun ardindan saatin bes oldugunu kat nobetini
devretmeye gelen hemsire arkadaslar sayesinde fark etmistik.
Yogun bir servisti calistigim servis cocuk servisleri hastanelerin en
yogun ve gurultulu olan servisleridir. Artik gunun yogunlugu gecmis
servis sessiz bir hal almisti aksam tedavilerini henuz bitirmis ofiste cay icmeye
gitme telasindaydim. Cunku gunun ilk cayini icme firsati yakaladim
diye kendi kendime dusunuyordum. Kep dagilmis sac bas karismis yorgun
bitkin bir haldeydim tedavi odasindan ciktigimda aynada kendimi
taniyamadim ofise geldigimde hemsire odasinin telefonu caliyordu.
Oturdugum yerden buyuk bir guclukle ayaga kalktim ve telefona gittim karsidaki ses acilde
trafik yaralilarinin oldugunu iclerinde cocuklarinda bulundugunu damar
bulamadiklarindan dolayi acile yardima gelmemi soyluyordu. Tum
yorgunlugumu unutmus hizla acil servisine yonelmistim ki diger telefonda
nobetci hekimin icapci beyin cerrahi hekimiyle gelip gelmeme konusundaki
tartismasini duydum. Nobetci hekimin sesi ortaligi cinlatiyordu:

- Ne yapalim? Birakalim olsun mu bu insanlar? Gelmek zorundasiniz!
- Gittiginiz davet beni ilgilendirmez! Nobet degistirseydiniz cok onemli bir davetti madem.
- Siz Hipokrat yemini etmediniz mi ?

Konusma boyle surup giderken gelen asansore binerek kosarak acil servisine
gittim. Her yer kan revan icinde aglayan kosusturan yakinini bulmaya
calisan bir yigin insan vardi bu kalabalikta saglikli bir is nasil
yapilirdi bilmiyordum ama her kez elinden geleni birilerine bakma
gayretini gosteriyordu. Acil serviste yatak kalmamis sedyelere insanlar
yatirilip ilk mudahale yapilincaya kadar bekletiliyor yetersiz kalan personel
yerine hastalari yukari sevk edilen servise aileleri cikartiyordu. Onca
kazazede icinde basinda kimsesi olmayan ama durumu da oldukca agir 15-17
yas arasi bir genc vardi gerekli mudahalesi yapilmis fakat sevk edildigi
beyin cerrahi hekimi henuz gorev yerine gelmedigi icin orada bekletiliyordu.
Kendime ait serum ve tedavileri uyguladiktan sonra o cocugun basina giderek
ilgilenmeye calistim suuru yerindeydi konustuklarimi anliyor fakat cevap
veremiyordu.
Hayatinin son anlarini yasadigini goruyor ve yalniz oldugu icin
korkunc derecede uzuluyordum onu orada yalniz birakamiyordum . Zaten ben
onunla ilgilenirken acil servis bosalmis tum hastalar gerekli
servislere dagitilmisti. Genc iyice kotu olmustu ellerimi simsiki tutuyordu
birakma dercesine gozlerinden yaslar suzuldukce kendimi bende tutamaz
hale gelmistim egildim yanaklarindan optum
"- Birakmayacagim seni sakin ol uzulme sakin." diyordum hic tanimadigim
daha once hic gormedigim bu insana anlatilmaz bir yakinlik hissediyor
sanki onun acisinin aynisini cekiyordum. Cok aci cekiyordu hem
yalnizligindan hem de gecirmis oldugu beyin travmasindan ne kadar sure daha onunla
kaldigimi hatirlamiyorum o artik aramizda degildi bu dunyayi terk etmisti
ve ben gelmeyen doktoru sucluyor icimden lanetler yagdiriyordum .
Derken beyin cerrahi hekimi gelmisti. Hastanin daha dogrusu ex (olmus) olmus
gencin uzerindeki carsafi almami soyledi.

Carsafi kaldirdigimda doktorun hic bir sey soyleme firsati
olmadan yere dustugunu gordum .Ne oldugunu anlamaya calisiyordum yemekli bir
davetten gelmisti acaba cok mu sarhostu ya da kalp krizimi geciriyordu
diye dusunurken diger hekim arkadaslari olaya mudahale etmislerdi bile.

Olen o gencecik insanin babasiydi bu doktor ve kendi evladinin
tedavisi icin cok gec kalmisti ne yazik ki. kotu gunde oglunun acisiyla felc
gecirmis ve gorevine yeniden donememisti. Seni yeniden andim KEREM ruhun
sad olsun hayattaki bir saatlik dost bana yillardir yasattigin tecrubeyle
dost kalan dost.
Kalbime iyi bak
 
Genç kiz feci bir hastaligin penceçsinde kivraniyordu.
Yarali kalbi artik bu dünyaya daha fazla dayanamamaya baslamisti.
Çok zengin olan ailesim tüm gazetelere, kalp nakli için ilan vermislerdi...
Canini feda edecek birini ariyorlardi...
Genç kiz ise hergün hastahane odasinda biraz daha solmaktaydi.
Yine yalnizdi odasinda, gözü yasli, boynu bükük ölümü bekliyordu...
Gözlerini kapadi, bu küçük odada gözyasi dökmekten bikmisti...
Yinede engel olamadi pinar gibi çaglayan gözyaslarina.
Sevdigi geldi aklina, fakir ama onu seven sevgilisi...
Hergün ayni seyleri düsünüyor, anilari bir film seridi gibi gözünün önünden geçiyordu... "
Param yok ama sana verebilecegim sevgi dolu bir kalbim var" demisti delikanli...
Genç kizda zaten baska birsey istemiyordu...
Sevgiye muhtaçbiri, sevdiginin sevgisinden baska ne isteyebilirdi ki...
Ama olmamisti iste, dünyalar kadar olan sevgilerinin arasina,
o lanet olasica para girmeyi bilmis, onlari ayirmisti...
Iste paranin geçmedigi zamanlara gelmislerdi..
Ne önemi vardi artik ? Su son günlerinde, sevdigi yaninda olsa yeterdi...
Ayriliklarindan bu yana 5 bitmeyen, çile dolu yil geçmisti...
Her günü zehir, her günü hüsran...
Ama genç kiz hep sevgisini yüreginde tasimis, kalbini kimseyle paylasmamisti.
Sevdigini düsündü iste o an.. Acaba o neler yapmisti bu kadar sene boyunca..
Kimbilir kiminle evlenmis, çoluk çocuga karismisti...
Gözlerinden bir damla yas daha damladi kurumus, bitmis ellerine.
Ellerine bakti, bir zamanlar ellerinin, elerini tuttugunu hayal edip, her gün saatlerce ellerini seyrederdi...
En çokta saçlarinin dökülmesine üzülüyordu. Çünkü sevdigi öpmüs, koklamisti onlari.
Her bir tanesi koptugunda, kalbine bir ok daha saplaniyordu.
Kalbi yine sizlamaya baslamisti..
Belki sevdigi yaninda olsa, kalbi bu kadar yorulup, veda etmezdi yasama...
Zaten artik ölüm umrunda degildi genç kizin. Sevdiginden ayri yasamanin ölümden ne farki vardi ki..
Tekrar o geldi aklina... Keske keske yanimda olsa dedi.
Son bir kez elini tutsa yeterdi. Gözlerini son bir kez öpse, rahatça ebediyen gözlerini kapatabilirdi artik...
Gözleri pinar gibi çaglamaya basladi. Sevdigini son bir kez göremeden ölmek istemiyordu..
Ufakta olsa ondan bi hatirasini almadan bu dünyadan göçmek istemiyordu...
Oysa sevdigi, kimbilir kiminle beraberdi...
Kendi sevgi dolu kalbinin kimseyle paylasmayi düsünmemisti bile, ama acaba o paylasmis miydi ?
Onun sevgisini silmis atmis miydi acaba kalbinden ?
Içi birden nefretle doldu. Üstüne büyük bir agirlik çöktü. Onu düsündükçe her dakikasinin
zehir olmasi artik çok daha agir geliyordu genç kiza...
Ölmek istedi, artik yasamak istemiyordu bu dünyada..
Ama sevdiginden bi hatira almadan ölmeyecegine and içmisti.
Tekrar gözlerini açti. Kimbilir belkide sevdigi onu unutmustu..
Bu düsünceler içinde derinlige daldi... Birden babasi girdi odaya,
kizina kalp nakli için bir gönüllü bulduklarini müjdeleyecekti.
Fakat genç kiz çoktan uykuya dalmisti..
Bir melegi andiran masum yüzü, sevdiginin özleminden sirilsiklamdi...
O gece biri gözlerini dünyaya kapadi, genç kiz ameliyata alindi.
Tekleyen ve görevini yerine getirmeyen kalbi degistirilmisti.
1 hafta sonra tekrar gözlerini açti dünyaya genç kiz.
Ama dünya daha farkli geldi ona. Sanki birseyler eksikti...
Aradan aylar geçmis genç kiz artik iyice iyilesmisti.
Ama içindeki buruklugu bir türlü atamiyordu.
Sevdigi aklina gelince kalbi eskisinden daha çok sizliyordu..
Bir kere, bir kere görebilsem diye mirildandi...
Kalbi yine sizlamaya baslamisti.
Yeni kalbi onu iyilestirmisti ama nedense her gece aniden hizlaniyor,
onu uykusundan uyandiriyor ve sanki yerinden çikacakmis gibi atmaya basliyordu...
Genç kiz bir anlam veremedigi bu durumu doktora anlamis, ama ameliyat kolay degil,
bir aydan geçer demisti doktor. Aylar geçmisti ama hala ayniydi durum.
Çiçeklerinin yanina gitti. Hergün onlarla saatlerce dertlesiyor, zaman zaman agliyordu onlarla..
En çokta kan kirmizisi gülünü seviyordu. Çünkü kirmizi gülün onun için yeri apayri idi.
Oda genç kizla beraber gülüyor, onunla beraber agliyordu.
Onu sevdigi gibi görüyordu genç kiz. Ve gülünü sevdigini ilk gördügünde ona hediye edecegine
dair yemin etmisti. Baska türlü paylasamazdi gülünü kimseyle...
Kapi çaldi aniden. Kapiyi açti ama kimse yoktu. Gözü yerdeki beyaz zarfa ilisti.
Yavasça egilip zarfi yerden aldi. Birden kalbi deli gibi atmaya basladi.
Ne oldugunu anlayamiyordu. Zarfin üzerinde ne bir isim, ne bir adres vardi. Zarfi açti,
içinden beyaz bir kagida yazilmis bir mektup çikti.
Kalbi daha hizli atmaya basladi. Onun kokusu vardi kagitta. Evet, onun kokusu vardi.
Yilar yili özlemini çektigi, yaninda olabilmek için canini bile verebilecegi sevdiginin kokusu vardi mektupta..
Basi dönmeye basladi. Koltuguna geçip oturdu yavasça.. .Kagidi açti.
Ve elleri titreyerek okumaya basladi.

" Sevgilim, senden ayrildiktan sonra, bir kalbe 2 sevginin sigmayacagini bildigimden dolayi,
ne bir kimseyi sevebildim, nede kimseye bakabildim...
Her günüm digerinden daha zor geçti, çünkü her gün özlemin dahada artiyordu..
Sana kitaplari dolduracak kadar siirler yazdim. Her biri digerinden dahada hüzünlüydü.
Yazdim, okudum, agladim... Hergün yazdim, her gün okudum, senelerce agladim...
Her gece seni düsündüm sabahlara kadar, her gece senin yaninda olmayi istedim.
Ve her gece sensizlige lanet ettim, uykulari haram ettim kendime,
sensiz olmanin acisini gözlerimden çikardim...
Ve bir gün herseyi degistirecek bir firsat çikti önüme.
Bunu firsati degerlendirmeyip, kendime haksizlik edemezdim... Ve degerlendirdim...
Senden çok uzaklara gittim, belki seni unuturum diye.. Ama tam tersi oldu.
Seni daha çok özlüyorum artik... Senden çok uzaklardayim belki,
ama yinede seni görmek için uzaklardan gelebiliyorum. Hemde her gece...
Seni seviyor, seyrediyor ve egilip sen uyurken yanagina bir öpücük konduruyorum..
Bazen gözlerini açip bakiyorsun, geldigimi bildigimi saniyorum ama yine o tatli uykuna geri dönüyorsun.
Yarin birbirimizi sevmemizin 6. senesi...
Hep ben geldim simdiye kadar senin yanina, yarinda sen gel olur mu sevgilim..
Ha, unutmadan, sana hep sözünü ettigim, kalbime iyi bak olur mu ?
Çünkü gözyaslarimla, adini yazdim ona...
Seni senden bile çok seven bir sevgi var kalbinin içinde...
Unutma, kirmizi gülüde unutma olur mu ??...
Seni Seviyorum, Yanima Gelinceye Kadarda Sevecegim...

Sevgilin....
Alis veris
 
 
ARAÇLAR  
  BAĞLANMAYACAKSIN



Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin o'nu sevdiğinden...
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya ya da pembeye
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...


CAN YÜCEL
 
Bugün 2871 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol